13.1.13

Öfkelenince neden bağırırız?


Hintli bir ermiş öğrencileri ile gezinirken Ganj nehri kenarında birbirlerine öfke içinde bağıran bir aile görmüş. Öğrencilerine dönüp “insanlar neden birbirlerine öfke ile bağırırlar?” diye sormuş.
Öğrencilerden biri “çünkü sükûnetimizi kaybederiz” deyince ermiş “ama öfkelendiğimiz insan yanı başımızdayken neden bağırırız? O kişiye söylemek istediklerimizi daha alçak bir ses tonu ile de aktarabilecekken niye bağırırız?” diye tekrar sormuş.
Öğrencilerden ses çıkmayınca anlatmaya başlamış: “İki insan birbirine öfkelendiği zaman, kalpleri birbirinden uzaklaşır. Bu uzak mesafeden birbirlerinin kalplerine seslerini duyurabilmek için bağırmak zorunda kalırlar. Ne kadar çok öfkelenirlerse, arada açılan mesafeyi kapatabilmek için o kadar çok bağırmaları gerekir.”
“Peki, iki insan birbirini sevdiğinde ne olur? Birbirlerine bağırmak yerine sakince konuşurlar, çünkü kalpleri birbirine yakındır, arada mesafe ya yoktur ya da çok azdır. Peki, iki insan birbirini daha da fazla severse ne olur? Artık konuşmazlar, sadece fısıldaşırlar çünkü kalpleri birbirlerine daha da yakınlaşmıştır. Artık bir süre sonra konuşmalarına bile gerek kalmaz, sadece birbirlerine bakmaları yeterli olur. İşte birbirini gerçek anlamda seven iki insanın yakınlığı böyle bir şeydir.”

Daha sonra ermiş öğrencilerine bakarak şöyle devam etmiş: “Bu nedenle tartıştığınız zaman kalplerinizin arasına mesafe girmesine izin vermeyin. Aranıza mesafe koyacak sözcüklerden uzak durun. Aksi takdirde mesafenin arttığı öyle bir gün gelir ki, geriye dönüp birbirinize yakınlaşacak yolu bulamayabilirsiniz.

30.12.12

2012

'' Kapanıyor gözlerim kocaman bir zamanın üzerine. Kapanıyor kirli dünyada küçük kalan, eskiyen şu seneye ''

9.11.12

Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk'e


Henüz 1. sınıftayım. O güne kadar hakkında çok şey duymuşum tabi. Çocukken Ezberlediğim ilk şiir onun adına. Söylediğim ilk türkü onun sevdiklerinden bir tanesi. Ve yine görmeden tanımadan hayranlık duyduğum tek kahraman da oydu.
Tabi bildiğiniz üzre  okula başlayınca işler biraz daha değişiyor. İlk önce ders kitaplarının en baştaki sayfasında görüyorum resmini. Saçları her zamanki altın sarısı, gözleri hep bildiğimiz deniz mavisi. Ve kafamı kaldırdığımda kara tahtanın üzerinde yine o resim. Aynı çehre aynı duruş aynı asillik aynı güç tam karşımda. Ne gariptirki daha okulun ilk gönünden o insanın içine işleyen bir çift mavi gözün sürekli sadece bana baktığını hissediyorum.
 Fazla uzatmadan konuya gireyim. Mart ayının sağnak yağmurlu bir gününde okula geç kalmışım. Koştur koştur ilk derse yetişicem ama pekde umursamıyorum. Neyse girdim okulun kapısından. Sınıfımın önünde biraz bekledim kapıyı vurup ' gel ' sesiyle içeri girdim. Malum sınıfın en kısalarından olan ben ortadaki  en ön sırama oturdum her zaman yaptığım gibi.
Genelde ödev kontrollerini son 5 dakikaya bırakan Öğretmenimiz o gün bir istisna yaparak dersin ilk dakikalarında açın ödevlerinizi çocuklar dedi. Birden telaş sardı her yanımı. Ne ödevi dedim kendi kendime. Deli gibi düşünüyorum ne ödevi diye ama nasıl korkuyorum sınıfa rezil olucam diye. Tam o sırada öğretmenim geldi '' nisa ödevin nerde? '' diye sordu. Ani bir hareketle kafamı kaldırdım. Yine aynı kişi tam karşımda. Senenin başından beri orada beni izliyor. Aynı saç rengi aynı duruş. Tek bir fark vardı o gün Ulu Önderin masmavi gözlerinin altından süzelen bir damla. Ben kafamı kaldırıp 5 saniye fotoğrafa bakınca birden ağlamaya başlıyorum. Ama ne ağlamak; hıçkıra hıçkıra, ölesiye.
Öğretmenim beni sakinleştiriyor biraz ama hala salya sümük bir haldeyim.
 '' Niye ağlıyorsun nisa ? '' diye soruyor öğretmenim. '' ödevimi yapmadım '' diyorum başımı kaldırarak. '' daha sonra '' Bu yüzden mi ağlıyorsun ? '' diye soruyor.  Bu kez başımı eğerek '' hayır '' diyorum. '' Hayır, ben ödevimi yapmadım diye Atatürk ağlıyor, bakın. Ödevimi yapmayarak onu çok üzmüşüm benim yüzümden ağlıyor işte '' diye kara tahtanın üzerindeki çerçeviyi gösteriyorum tekrar ağlayarak. Öğretmenim gülümsüyor önce. O gülümseyince biraz bozuluyorum tabi. Ne var bunda dercesine.
 Evet, Hikayenin başından sonuna kadar anlattığım her noktası gerçek. Yani  orada sahiden gördüğüm bir damla vardı. Meğer benim göz yaşı sandığım o damla 1 saat öncesinde sınıfı temizleyen hizmetlimiz yüzündenmiş. Tahtanın üzerini temizlerken tam da Atatürkün masmavi gözlerinin altına bir su damlası sıçramış. Olayın bu yüzünü ben 5 yıl sonra öğreniyorum tabi. Ve tam 5 yıl boyunca her gece yatmadan Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürkden o gün ki ödevimi yapmadığım için özür diliyorum.
Bu hikayenin üzerinden 11 sene geçti geçecek...  Ve başımı Kaldırdığımda hala aynı fotoğraf hala aynı çehre...
Bugün Anlatacağım çok şey vardı aslında. 1919 kurtuluş savaşından başlayıp 30 ağustos zafer bayramına kadar anlatacak çok şeyim vardı herkese. Öncelikle sizlere. Kusura bakmayın Ama hepsini unuttum. Buraya gelmeden  o yüze tekrar baktğım da unuttum. Tüm sevincimi tüm Cumhuriyet zaferini unuttum.
Çünkü bu kez gerçekten o masmavi deniz taşıyordu göz bebeklerinin içinden. Damla Damla sel olmuştu yurduma. Ve malesef; özür dilemeye, değil kalperinden büyük rütbeleri olan devlet başkanlarının, küçücük bir çocuğn geceleri bile yetmezdi...
Ve Ben tekrar ağladım. Yine ödevimi yapmadığım için ağladım. Bu kez Baş Öğretmenim Mustafa Kemal Atatürkün biz Türk Gençlerine kaftan biçtiği ödevlerden bir tanesini bile yerine getiremediğim için ağladım.
Bu gün 10 Kasım. Sizlere anlattığım bu hikayeyi yaşadığım gün ben Atatürkü mezarından çıkartıp tekrar yaşatmaya başladım. Bu yüzden size bugünle ilgili anlatacak başka hiç bir şeyim yok.  Teşekkürler...

24.8.12

Zor Değil Yaşamak İçin

Yazmak için yazmaya gelmedim, anlatmaktı tek derdim. Anlatmak; hayal olan umut dolu her güzel şeyi. İyilikleri ve hala iyi bir şeylerin olabileceğini. 

Hala Mecnunun Leyla'ya kavuşma şansı olabildiğini göstermeye geldim. Bülbülün güle söyleyeceklerini. Tilkinin kürkçü dükkanına aslında sevdiği için döndüğünü ispatlayacaktım ve gökyüzündeki onlarca yıldızın neden asılı kaldığı hakkında gerçek fikirlerim vardı...

 Sonbaharda dolaşan hüznün gerekliliğini ve ilk baharın onu nasıl silip götürdüğünü izletecektim size. Bir annenin ninnisinde ki huzuru dinletecektim, oradan alınması gereken en büyük dersi. Yorgun argın eve gelen orta halli bir memurun çabasını tutacaktım avuçlarımda, ve gösterecektim 75 yaşındaki Ahmet amcanın yaşama sevincini. 

Yazmak için değil yazılmak için bekleyen şeylerden bahsedecektim.  Aşk acısını yaşamadan izleyin, yaşamaktan beter olun istedim. Evladını aylardır aynı hastane koridorun da bekleyen babanın yerine oturup hüngür hüngür ağladığınızı görecektim. Gerçek olmayan milyonlarca masalın gerçekliğini ispatlayacaktım size. 
Kasanızda sakladığınız sayılı mirasınızın aslında hiç bir şeyi satın alamayacağını okutacaktım.

En eski bir eşyanın kocaman evdeki değerini sokacaktım insanların gözüne. Dört duvar arasına sıkışmış bir böceğin hikayesine kimse inanmayacaktı. Topal bir ayağın koşma umuduna şaşıracaktı herkes. Ve aslında kötü huylu bir beyin tümörünün nasıl iyi huylu çıktığına. 

Evvel zaman içinde duymadığınız her şeyi hemen önünüze sunacaktım. Düşüncelerinizin nasıl evrim geçirerek  Fikir olduğunu görecektiniz. Hayal kurma yeteneğinizi verecektim elinize. Ve sevdiğiniz onlarca şarkıyı tekrar dinleyektiniz...

Elimdeki kalemi zorla almaya çalışan herkese satır satır anlatacaklarım vardı. Cümle cümle ağıtlarım. Durun diyecektim. Engelim olmayın. Mürekkebim hala temizken, hala benimken ve hala uçabiliyorken bırakın yazayım...



6.8.12

EĞER

Yazamıyorsam ve asla hayal edemiyorsam eğer. Ve yalnızsam her şeye olur olmaz ağlıyorsam. Tüm gün uyumuyor deli gibi küfürler ediyorsam hayata. Yoksun ve yoksulsam yaşamaktan. Annemi daha sık arıyorsam ve kendimi amaçsız bir kayık gibi sürüklenmiş hissediyorsam okyanuslara dökülen nehirlerde. 

Bakmıyorsam telefonlara ve kilitlemişsem kendimi her zamankinden biraz fazla karanlık olan odama. Üşüyorsa ellerim dışarıda ki güneşten utanıyorsa adeta. Ve güneş sana değdikten sonra uzanmıyorsa artık bana; Susarım...
İçimde ki kıyameti durdururum hiç beklemeden.

Yağmurdan kaçarak kalacak bir ev arayan köpekler gibi çaresizsem eğer. Ve yağmura karışmış geç kalmışsam sıcaklığında ısınmaktan. Hala ismini kullanıyor ve sesini özlüyorsam. Sevdalıysam ve suçluysam da bir o kadar. Gideceksen ve ben asla gelmiyorsam yanına; Kaçarım...
Zaten senin yanında ki kalmalardan uzak olan ruhumu da sürüklerim peşimden. 

Anlamsız geliyorsa eğer gülmek için bekleyen her şey. Ve muhabbetlerde ismim geçmiyorsa artık. Uzanmıyorsa elim her sabah okunmayı bekleyen ıslak gazeteme. Şarkılar daha da beter ediyorsa tekrar tekrar okunan nakaratların da. 
Sen hala yoksan eğer ve aslında varsan herkesin yanında. Titrek parmaklarım arasından düşüyorsa sigaram ve eğilip alacak gücüm yoksa. Göz yaşlarım kurumuşsa yosun tutuyorsam kendi yalnızlığımda. Ve gitmek istiyorsam bir türlü sığmadığım bu şehirden gidemiyorsam her seferinde. Sana uzanmaya korkuyorsam ve sen zaten unutmuşsan beni çoktan. Yabancıysam sana kalabalıklarda bir hiç kadar değersizsem eğer. Geceleri yanmayı unutan bir koridor lambasıysam ve sokaklarda gizlice dolaşan kirpinin korkaklığına sahipse ruhum. Çekiniyorsam, bakamıyorsam aslında  bakmaya doyamadığım gözlerine. Ve yaşlanıyorsam son-bahar gibi dökülüyorsa yapraklarım; Vazgeçerim Yaşamaktan...

Umutlarımı hayallerimi yaşanmış ve yaşanmayı bekleyen onca şeyi geride bırakıp karşıdan karşıya geçerim en uzun yoldan...


30.7.12

Beyazlar İçin

Aslında zaman zaman böyle hislere kapıldığım olmuyor değil.  Sadece uzun süreli itiraflardan kaçıyorum. Bir nevi kağıtla buluşmaktan. 


O gün her zamankinden daha çok kalmayı istedim hastanede. Üzerimde biçimsiz bir şekilde duran, beyazından hafif kaybetmiş formalarım günün sonuna kadar temiz halini korumuşken ben derin düşüncelerimden arınamamıştım.
Daha çok kalıp daha çok eşlik edecektim her odadan farklı şekillerde gelen refakatçi gürültülerine. Mukaddes teyzenin hırıltılı nefesinde arayacaktım uykumu. Ve Akif amca seslenecekti bir koridordan diğerine ' Hemşire hanım yine nerede benim ilaçlarım !? '
Her zamanki gibi ilaçlarını içtiğini unutan Akif amcaya açıklama yapacaktım belki de yarım saat. Daha sonra ' Bu  gençlik çok bozuldu canım ' diye çıkartacaktı beni odasından. 


Gece öksürüklerinden bir türlü uyku uyuyamayan Zeynep abla küçük bir bebeğin anne ve babasına yaptığı gibi tüm hastaneyi de uykusuz bırakacaktı. Birileri ' İyileşemedin gitti Zeynep ! ' diye bağırırken Zeynep abla o hastaneden kurtulmak için her zamankinden  daha çok dua edecekti .


Ve ben hayat hikayelerini sadece aldığım anamnez kadarıyla bildiğim bunca hastama 24 saat refakat edecektim. Mukaddes teyzenin hırıltısını geçirmek için uğraşacak yılmadan Akif amcaya doğruyu Anlatacaktım. Ve Zeynep ablaya daha önce denemediği ilaçlardan verip rahatlamasını sağlayacaktım.


O gece boyunca içmediğim kadar kahve içecektim biraz daha uyanık kalma amacıyla. Ve tam yorgunluktan salacakken kendimi bir kapı tıkırdısıyla kendime gelecektim '' Evladım bir tansiyonuma bakar mısın ? ''


24 Saatin tamamını isimlerini uzun zaman sonra anca anca ezberlediğim bu insanların dünyasında geçirecektim. Ve her zamanki gibi şaşırtacaktı beni inanılmaz hikayeleri. Yaşadığım hayatın onlarınkinin yanında ne kadar ütopik olduğunu  bir kez daha görecektim. 


Yine farkındalıklardan epey uzakta geçen zamanı anlamadan gün doğmuştu hastaneye. Tamamlanan 24 saatin sonunda duyduğum ses hala Mukaddes teyzenin hiç bitmeyen hırıltısıydı. Benim yaşadığım acılara göre daha anlamlıydı, üstelik bir değeri vardı...

18.7.12

Üzerime Su Dökülüp Söndürülmeden...

Aslına bakarsan sevmem bu tür yeni başlangıçları. 'Yeni' adı altın da atılan imzaları. Ve hatta sevmem iki gecedir üst üste bekletilmiş yarım kalan yazıları, yarım kalmış yazarları...

İçimin suskunluğunu saygısızca yok edeceğim şimdi. Şimdi 'yeniden' değil 'eskiden' bir kaç fırça atıyorum kağıdıma.Şimdi yazılarım bir kalabalık içinde unutulan ve akıllarda yer kaplamayan, merceği çoktan bozulmuş bir kamera gibi. Yetkilisi tarafından kovulan bir işçi, ve kurşun kalemin tepesinde oturup kullanılmayı bekleyen fakat her seferinde unutulan kalitesiz silgi.

Küllerinden sıyrılamayacak gibi bir halim var. Üzerinden çok geçmemiş hala 'sıcak' diyecekler insanlar. Başka bir sürü şey geçecek akıllarından. Belki de en korkunç filmin sonunu yakıştıracaklar hikayeme. Karanlığa doğru giden kıza ' Gitmesene öleceksin ' diye seslenirlerken ne kadar saçma olduğunu anlayacaklar. Sadece bir filmden ibaret olduğu gelecek akıllarına. Ve tek bir kumanda tuşuyla kapatacaklar. Bir daha geri dönüp bakmayacakları ekrana çevrilecek sırtları. Gece uzayacak, kapanan göz kapaklarına ağır gelecek artık. Görmek için hazırlıklı olmadıkları onca kabusu kabullenip uyuyacaklar saatler boyu.

Ve bir eskicinin dilinde sallanacak kağıtlarım 'Eskilerrr alırımmmm, eskiciiii ! ' diyecek defalarca, sıkılmadan. Penceremi hafifçe aralayıp bakacağım belki ona. Belki de ben bakmadan çoktan gidecek çıkışını daha önceden hiç görmediği sokaklara. 
Bir şarkının en sıkıcı bölümünde geçecek ismim. Söylerken bir tülü geçmeyen, defalarca uydurulan, ileriye sarılan kısım olacak. Bazende o şarkının listeden silinmesine sebep olacak tek bir söz geçecek içinden...


Perdesinin güneşe engel olduğu  avuçlarımdan daha ne çok dökülecek hayalim var.  Bu gece çapaklarını bırakıyorum kalemimin. Henüz uyanmadım. Henüz hazır değilim bu tür geçişlere;
Ucu kırılmış kurşun kalemimi çevirebilecek miyim eski bir kalemtraşın çöplüğünde...

5.7.12

Sadece bir Alıntı, Sadece bir alınganlık 'Beni sevme'

Alnıma dokunup, küçük elini saçlarımda sakladığında gerçekten titreyen biri var mı? Sesim istemeden sertleştiğinde kıpkırmızı olan bir yüz var mı gerçekten? Yanıma çekip kendi göğsüme bastırdığımda inip kalkan bir
göğüs var mı, dudaklarım dokununca sımsıcak olan dudaklar var mı?
Düşün! İyi düşün. Hemen yanıt verme. Bütün bunların doğru olduğunu ve benim düş görmediğimi söyleme bana. Bana acıma. Kimse acımasın bana. İzin vermeyceğim kimsenin bana acımasına. Benim gözyaşlarım benimdir,
bana aittirler, yüreğimden gelir, gözlerimden boşalırlar. Neden bana ait olan acının içinde yıkanmak isteyen o el usulca beni okşuyor?
Acılarımı alıp uzaklaştırmak isteyen biri olabilir mi? Mümkün mü birisinin beni sabırsızlık ve merak içinde beklemesi, pırıl pırıl gözlerle uzaktan beni izlemesi, yaklaşan adımlarımı nefesini tutarak dinlemesi? En sıradan sözlerimin hatırlanması, küçük bir bakışımın mutluluk vermesi mümkün mü?

Hemen yanıt verme bana. Bütün bunların ve bilmediğim diğer şeylerin hala mümkün olduğunu söyleme. İnanamam – İnanmak istemiyorum. Öyleyse düşün,iyi düşün. Bu inanılmaz olurdu, o kadar muhteşem – yeni, hiç duyulmamış. Ama eğer bu gerçek olsaydı ne anlama gelirdi bir anlığına düşün.
Başka bir varlık – benden farklı, başlangıçta tanımadığım bir varlık-yalnızca benim için yaşıyor, benim düşüncelerimle düşünüyor, benim hislerimle hissediyor, benim acılarımla işkence çekiyor, sevincimle mutlanıyor, kendi bedenini bedenime yanaştırıyor, ruhuyla ruhuma giriyor, sahip olduğu, olacağı ve ona verebileceğim her şeyi bana sunuyor.
Bunun, bir anlığına da olsa, gerçek olabileceğine inanıyor musun?
Evet, başımı omzuna koyduğumu, yumuşak ellerini ellerimin içine aldığımı, defalarca dudaklarını öptüğümü, saatlerce soluk alış verişini bir müzik dinler gibi dinlediğimi hatırlıyorum ama bu neyi ispatlar ki? O anların kişisi bizzat ben miydim? Ve o kısa mutluluk anlarında duymak istediğim şeyleri gerçek söylemek istedi mi?

Gülme, başını sallama, hatta n’olur evet bile deme. Biliyorsun, bütün bunlar aylaklığın beyaz ellerince dokunmuş imglemin ince ipekleridir.
Neden böyle imkansız bir şey benim için gerçek olsun? Yaşamın armağanını kazanma hakkı için doğru ne yaptım? Cimri bir kadının mücevherlerini saklaması gibi ıstıraplarını saklayan utangaç bir şairden başka neyim ki ben? Paltosundan başka gurur duyacak bir şeyi olmayan, evini ve yatağını tekrar bulmaktan bile aciz, acılı bir gezginden başka neyim ki?
Başkaları benim gururlu, mağrur, kendiyle mutlu olduğumu düşünürken; ben yaşamımı daha az zelil, ruhumu daha az tiksindirici kılmanın yollarını düşünüyorum. Bazen bir tek şey var gurur duyduğum: kendime duyduğum
derin ve içten hor görüş!
Şu halde, bende sevecek ne olabilir ki? Senin ruhuna acı çektirme hakkını bana verecek rezil, tatminsiz ruhumda ne bulabilirsin? Unutulmuş sevinçlerimin, gerçekleşmemiş düşlerimin, güçsüz isteklerimin, kendimin bile uyandırmaya korktuğum anılarım arasında ne senin ilgini çekebilir ki?


Hala burda mısın? Sana bakmayarak seni uzaklaştırmadım mı? Sanki gözlerimden başka hiçbir şeyi görmek istemiyormuş gibi bana niye bakıyorsun? Sakın konuşma, hızlı hızlı nefes alıp durma. Elin yumuşacık, biliyorum. Biliyorum, elin güçlü. Fakat niye o kadar yaklaşıyorsun bana? Bedenin niye titremeye başladı birden bire? Bana öyle bakma, bu kadar sıkı tutma elimi. Biliyorsun seni seviyorum seni seviyorum...
Ama öp beni öyleyse. Daha fazla dayanamadığımı görmüyor musun? Evet deme, beni yine öp! Gözlerimden öp! Dudaklarınla gözlerimi kapa; böylece görmeyeyim hiçbir şeyi, daha fazla bir şey bilmeyeyim; sadece kalbinin atışını duymaktan başka; -deli gibi, ateşli ve yalnızca benim için çarpan kalbinden başka.

2.7.12

Kilometrelerce öteden Seveceğim sen olmayacaksın


Neden yazamıyorum seni. Neden yetmiyor kalemim bu türlü ayrılığa.  Neden sen gayet mutluyken ben hala göz yaşlarımı siliyorum pijamamın koluyla.

Dün gece sesini kaybetmiş bir sokağın köşe başındaki dilenciye özendi hayatım. Yara bere içinde dikiş tutmayan o küçücük avuçlarda dolaştı bir an olsun yorulmadan.
Düştü belki, kırıldı yine ve yerler kan oldu; eski yaralarımın üzerine açılan kesiklerden.

Bir kapalı kutuydu hayatım bundan bir süre öncesine kadar. Sayılı dostlarım ve tanıdığım onlarca kişi vardı. Her sabah aynı saatte kalkar ve her gün oradan oraya koştururdum hiç durmadan. Bir nevi kaçardım hayatıma sokulmaya çalışan insanlardan. Bir buçuk şekerli çayım ve arkadaşlar arsında dolandığım sigaramdan başka hiç bir şeyin bağımlısı değildim. Olmayacaktım.

Bir sabah yine her zaman olduğu gibi kalktım yatağımdan. Yoğunluktan taşacak olan günüme dostlarımı sığdırmaya çalışıyordum. Bir iş görüşmesinden sonra en yakın arkadaşlarımdan biri aradı, açmayacaktım. Fazlasıyla meşguldüm aslında. Ama bir şey oldu ve kulağıma gitti telefonum. Karşıda ki ses ‘ nisa yanıma gel ‘ dedi sadece. Normalde milyon tane bahane üreten ben onca işimin arasında 15 dakikalığına da olsa geliyorum demiştim. Ellerimde kimden geldiği belli olmayan papatyalarla çıktım cafenin merdivenlerinden. Ve her şey öyle normaldi ki ben o masaya otururken. Nerden bilebilirdim? Kim söyleyebilirdi hiç tanımadığım halde bana sigarasından uzatan kişinin beni uykularımdan edeceğini. Kim inandıracaktı bu gecede onun için göz yaşı dökeceğimi. Hiç kimse…

İşte hayatım içtiğim o sigaradan sonra değişti tamamıyla. Artık her sabah tek bir insanın mesajıyla uyanıyordum sanki sadece benim için başlayan yepyeni bir güne. Ve yine tek bir kişi için çalışıyor, hayaller kuruyordum milyon tane. Bir tek onun sayesinde çıktım kapalı kutumdan. Bir tek o iyi geldi eski yaralarıma. Ve karşıma aldığım onca insana değecek bir tek o vardı hayatımda. Tekrar inanmayı öğretti bana.  Tekrar umut etmeyi. Ve tekrar anlamıştım hayatta ‘sevmekten’ öte bir şey olmayacağını…

Bu gece yine kucakladım eskiden kalan  tüm yalnızlıkları.  Kucakları dolmuş kalan parmaklarıyla eski kutunun kapağını açmaya çalışan yorgun bir kadını oynuyorum şimdi. Şimdi yatacağım ve yine uyku inmeyecek göz kapaklarıma. Şimdi çalmayacak telefonum, şimdilerde olduğu gibi. Burası soğuk. Burası karanlık. Burasına gücüm kalmadı artık…

Yorgunum, her gün yorgun. Sevdiklerimi sevmeyecek kadar yorgun. Onlardan kaçacak gücüm olmadığı için saklanıyorum. Bir süre sonra saklanmayı da  göze alamayacak  kadar yorgun.  Sağ gözüm seyiriyor eskisinden çok fazla. Nefes almaya yetemeyecek kadar yorgunum artık. 

Hem susacak, hem konuşacak ne çok şey var. Bir baş ağrıları nöbeti saklandı dün içime. Dediler ki bu şehir böyle. Ellerimi uzatıyorum şehrinize, içinden geçiyor bilmediklerim. Bildiklerim yüzüme...
Bir gelse diyorum bir görse halimi…. Sonra tekrar sokuluyorum kabuğuma görmesin, görmesin böylesi hepsinden daha iyi…

Bir Ankara Denemesi


Bu kalabalık şehirde nasıl yalnızlaşılır onu görüm iki günde. İki günde yalnız kaldım bütün birlikteliklerden dışarıda. Ve kayboldum kendini arayan bedenlerin arasında…
Herkesin kulaklığından dışarı taşan şarkı farklıydı bu şehirde. Bazıları kendi gürültülerini yaratmak için son ses açtılar müziğin sesini, bazıları kayboldu, şehrin gürültüsüne yetemediler.

Tıklım tıklım otobüsler de ayakta kalan 60 yaşın üzerindeki yaşlılar oturan gençlere hayıflanırken, onlar duymazdan geliyordu saatlerce gezdikten sonra yorulan bedenlerinin hatırına. Üstelik şaşırtıcı olan bir şey daha vardı ki; insanlar inecekleri durakları mıh gibi kazımışlardı akıllarına. Daha ötesine ömürleri boyunca gitmemişler sanki, her şey inecekleri yere kadar yaşanmış ve bitiyor bir kaplumbağa hızında ilerleyen hayatlarında. İki adım fazla atsalar ölecekler. Oysa ben yürümeyi tercih ederim bir yerden bir yere varmak için. Mümkün değildi bu şehirde bir yerlere yürüyerek ulaşmak.
Bir de uzansan tutacaksın ama her seferinde kısa geliyorsun zamana. Ben daha sabahki çayımı yudumlarken sona ulaşıyor tüm şarkılar nakaratlarını atlayarak.
Güneş doğduktan sonra yükselmeden batıyor adeta. İnsanları tanıyamadan eskiyorlar ve yenilenmek için çok yaşlı kalıyorlar hayata.
Ben kalemi elime her aldığımda bir ruh daha ayrılıyor sıradanlaşan bedenlerden. Şehir onlar için boş ve gereksiz sanki. Şehir onların yanında yavaş ve eksik kalıyor…

Bu pazarteside farklı hiç bir şey olmadı. Orta yaşlı olup menopozunun ilk günlerini yaşayan kadınlar açtılar storlarını, çapaklı göz kapaklarıyla ulaştılar şehrin ilk ışıklarına.
Bir damla uyku uyumayıp zevk almadığı bedenlerden sıyrılan adamlar, aşksız sevişmelerinin sonunda kapıları çarparak uzanıyor günün geciken saatlerine. Ve sabahlayan tüm gençlerin ezan vakti uyuya kalışlarıyla başlıyor yeni bir gün daha en eski hızıyla.

Ben yine geç kalıyorum zamana ve  yaşamaya. Her kelimem bir kağnı; bu rüzgarın esmelerini unuttuğu çıkmak 
sokaklarda…
Deminden tamamen kopmuş ikinci bardak çayım da  ben dudaklarıma götürene kadar soğudu kalemimi yarıştırma uğruna.
Bu kadarı fazla bile bu şehre; 







- Hesabı alabilir miyim lütfen?

25.6.12

kırıklarım 2


Kalemi elimin arkasına saklayışım boşuna. Boşuna bu kaçışlarım. Bir otobüsün camına sıkışmış onca yaşanmışlıklarım. Her durakta boşalacağına daha çok artan.  Arttıkça daha çok kalabalıklaşan ama yalnız bırakan; umutlarım hayallerim boşuna…

Siz Hala SEYİRCİ misiniz ?


 
Tek bir silah sesiydi o gece hayatıma yön veren. Uyanmayı istemediğim halde kabuslarıma eşlik edip ‘ Anne ‘ diye çığlık atmıştım o gece ilk defa.  Ve ilk defa seslenişimin ardından cevap vermedi annem. İlk defa duyulmuyordu sesi tüm sessizliklerin içinde.
Birileri sustuğunda korkarım ben. Korkularım düşer bütün susmaların içine. Ve ben, düşmüşüm bu kötü oyunun en son ki perdesine
 
 Hiç düşünmeden yerimden fırlayıp annemi aradım, dışardan bakıldığında küçük ama ikimize kocaman bir yuva olan evimizde. Ben aradıkça duvarlar büyüyordu gözümde, duvarlar saklıyordu sanki annemi, bilerek, sadece ben görmeyeyim diye.
     Henüz yedi yaşındaydım o silah sesiyle uyandığımda. O zamanlar yalnızca annemin sesini aldıklarını düşünürdüm, geriye sadece susmaların kaldığını. Yaşım ilerledikçe anlıyorum; meğer ne büyük bir ÇIĞLIKmış annemin hayatı…

Ölümün kaçınılmaz bir son olduğunu ilk babam göstermişti bana. Soğuk kış günleri ağır ağır nefes alırken gözlerinde yaşama umudu gizlenirdi hala.Umutları göz kapaklarına sığmadan  veda etti bize. Kötü bir son değildi der annem, huzur içinde öldü baban. Biz hiçbir zaman bilemedik; iyi bir şekilde son bulan hayatların kötü başlangıçlara gebe olduğunu.
 Babamın ölümünden sonra dışarıda ki herkes her zamankinden daha çok irdelemeye başladı hayatımızı. Rolü olan ya da olmayan bütün insanlar sahne alıyordu birer birer.
Birileri bizimle oynamaya çalışırken diğerleri de dışarıdan izliyormuş. İzlemekle kalmayıp ellerine oyuncak yapmışlar iplerimizi. Amcamın son zamanlarda bize daha sık geldiğini o zamanlar bilemezdim elbette. Şimdi öğreniyorum ‘ babam ‘ olmaya hazırlıyorlarmış onu.

Bazı şeylerin ismini ‘üzerini ‘ kapatmak koymuşlar. Babamın ölümünü de böyle sileceklerdi akıllardan. Akıllarınca bu plan temizleyecekti aslında herkesten bin kat temiz olan hayatımızı. Ama kafalarında eksik tuttukları bir şey vardı; annem gururlu bir kadındı. Gururlu bir hayat yaşadı ve öylede sürdürmeyi istedi. Bizi boyamak istedikleri tüm renklerin üzerine koca bir okyanus döktü. Kabul etmedi; karşı koydu bugüne kadar karşı konulması en zor şeye. Ve en acı son’la karşılaştı…

Her gece yatmadan önce bir masal anlatırdı bana. Onun masallarıyla en güzel rüyalara dalardım.
Bir gece; bu defa masal yok dedi annem. Bu  defa kaçıp gitmek masal olmayacak. Meğer günlerdir bunun hazırlığındaymış benden bile saklamış kaçıp gitme planlarını.
 O gece ilk defa kabus görmüştüm. Nefes nefese ve korkunç bir sonla biten. Sonra; bittiğini sandığım kabus bir silah sesiyle hayatıma kurşunlanmıştı . Evet dedim bu defa kaçmak masal olmayacak….